“Tarih tekerrür etmez,
bu tarihsizliktir. Geçmiş yalnız ilham ve ders almak için vardır. Tarih dönüp
dönüp aynı yere gelmek değildir.”
Osmanlının üretim biçimini ve neden kapitalistleşemediğimizi
anlayamazsak günümüzü sorunları üzerine bir şeyler söyleyemeyiz. Bunu
yapabilmek içinse Türkiye’de geleneği olmayan bir şeyi deneyen, felsefe yapan
bir iktisatçıydı o. İktisadı siyaset temeline oturtup onun tarih içinde
değerlendirmesini yapardı. Hep radikaldi çünkü çürümüş bir geçmişten köklü bir
kopuş gerektiğine inanıyordu. Darbecilik yaptı çünkü doğru bildiği adına elini
taşın altına koymaktan çekinmedi (büyük bilgeler generallerden daha despot
oluyor sözünü akıllara getirircesine). Türkiye’de sağın sol, solun ise sağ
olduğunu öne sürecek kadar cesur ve yenilikçiydi. Tüm bu yönlerine rağmen
“üzerinde ambargo olan”, “kasten ihmal edilen”, “bilerek yanlış anlaşılan ama
gizliden gizliye izlenen ve feyz alınan” bir düşünürdü. Bilimadamıydı ve
nesnelliği hedeflerdi ama politik olarak taraftı. İşte bu yazıda bu çok yönlü
bilimadamının yaşamına yakından bir göz atmayı amaçlıyoruz.
Yazarın yaşamöyküsü kendisinin tarif ettiği ve demokratik açıdan Cumhuriyeti nitelediği 3 ayrı dönem itibariyle incelenecektir. Yazarın düşünce yapısı ise kişisel, tarihsel ve ideolojik arka planıyla birlikte takip edilecektir. Burada kendisini etkileyen faktörleri tek tek ayırıp izlemek yerine yaşamöyküsü bir akış içerisinde ve o akışın bir parçası olarak sunulacaktır. Böyle bir anlatının okunması ve takip edilmesinin kolay, okuyana vermeyi umduğu bütüncül kavrayış sayesinde de aktarım gücünün yüksek olacağı düşünülmektedir.
Cumhuriyetin ilk çocukları- Birinci
Cumhuriyet (1925-49): 1925 yılında Giresun’da doğmuştur. İlkokulda ebedi
şef, güneş dil teorisi, inkılâp dersleri ile büyümüştür. 24 anayasası, tek
parti rejimi ve ittihatçı aydın-bürokratların yönetiminde, nedenselliğin
devletten topluma olduğu bir ülkede yetişmiştir.
Çok partili hayat ve nispi özgürlük
yılları - İkinci Cumhuriyet (1950-72): devletin çıkarına olduğu uygun
görülerek CHP tarafından bir sabah halka tebliğ edilen çok partili sistem
esasında dışarıdan belirlenmiş, kozmetik bir operasyondan öte anlam ifade etmiyordu.
İşte bu şekilde “çatısı üstüne oturan bina” olarak inşa edildiği Türk
bürokratınca fark edilmeyen sistem çökmeye mahkûmdu.
60 Darbesinden 71 muhtırasına kadar süren ve toplum-devlet
arası tansiyonun arttığı bu dönemde Küçükömer önce Yön sonra Ant dergilerindeki
yazıları ve Milliyet Gazetesindeki Açık Oturumlar aracılığıyla görüşlerini
sergiledi.
1963-66 yılları arasına damgasını vuran bir başka gelişme
Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) tartışmaları ve solda bölünmedir. Bu döneme kadar
kökü kurutulan sol hareketler ilk defa yeşerecek ortamı buldu. Yüzeyde
Osmanlının AÜT mü yoksa Feodalite mi olduğuna ilişkin tartışma hararetle devam
ederken aslında tartışılan Türk aydının ezeli-ebedi meselesi olan askerin
siyasetteki rolü idi. Bu tartışma sonucu Türkiye solunda özgün bir kişilik ve
kimlik arayışında kadrolar ortaya çıktı. Bu dönemde Küçükömer sivil-sosyalist
bir oluşum olan ve 1963 seçimlerinde 14 milletvekili çıkartan Türkiye İşçi
Partisinde (TİP) yönetim ve bilim kurulu üyeliği yaptı.
1967 yılına gelindiğinde hak ettiği profesörlük unvanı,
üniversite senatosunun tasarrufuyla kendisine verilmedi. Bu olayda maruz
kaldığı muamele Küçükömer’in Türk devletindeki aydın düşmanlığını iyiden iyiye
hissetmesini sağladı.
1969 yılında ise o çok ses getiren eseri “Düzenin
Yabancılaşması” yayınlandı. Ekonomik ve toplumsal yaşam arasındaki ilişkiyi
çözümlemeye yönelik genel yaklaşımları özele-Türk toplumuna uygulayan bu
tümdengelimci eserinde Küçükömer’in amacı solun mücadele stratejisini
belirlemek ve tarihi yeniden değerlendirmeye davet etmekti. Bu eserde
Türkiye’nin kapitalist sistemle ilişkisi incelendi ve Osmanlı neden
Batılılaşamadı (tam demokratikleşmiş sivil toplum) sorusuna cevap arandı.
Üçüncü Cumhuriyet (1973-1987)-
Yazım hayatına 1973te 10 yıllık bir ara verdi. 70lerin sonunda hastalığı
nedeniyle gittiği Londra’da Zebruga adlı bir feribotun batması üzerine o ülke
yayın organlarının 2 ay boyunca konuyla ilgili yayın yapmaları ve işin peşini
bırakmamaları Küçükömer’e göre “bizde olmayan bir şey olup birisi bıraksa
öbürünün bırakmadığı” önemli çıkarımlar yapılabilecek bir olaydı. Bu sivil
toplumun özünün de kaynağıydı.
12 Eylül Darbesi
sonrasında 1402 sayılı kanuna dayanılarak yine üniversiteden uzaklaştırılmasına
rağmen çalışmalarını bırakmadı. Bu dönemde sivil-asker bürokrasi ve onların
“ilerici” devrimlerinin kapitalizm öncesi kalıntının ta kendisi olup
demokratikleşme ve sanayileşme önündeki esas engel olduğu fikrini savundu. Tüm
darbelerin sivil toplumu kısıtlayan, devleti restore eden, demokratikleşmeyi engelleyen
girişimler oldukları savıyla sivil toplumcu görüşlerine daha da çok sarıldı.
1987’de hayatını kaybeden Küçükömer arkasında cevaplamaya
ömrü yetmeyen bir soru bıraktı: Doğu toplumu-despotizmi Batılı liberal
demokrasiye evirilebilir mi? Yazdıklarından öyle olduğunu düşündüğü
anlaşılmakla birlikte başına gelenler, Türkiye’de yaşananlar ve gidişat onu
umutsuzluğa sevk etmişti.
Sonuç olarak Küçükömer bilimsel bir anlayışla; Türk
toplumunun tarihsellik içindeki gelişim sürecini, sivil topluma ilişkin kişisel
özlemleri ve geri kalmışlığımızı bio-politik teori aracılığıyla açıklamaya
çalışan cesur girişimleriyle Türk düşünce tarihinde önemli bir yer edinmeyi
başarmıştır. Bugün hâlen onun oluşturmaya çalıştığı fikri yapının yeterince
incelenmemiş olması ise Türk düşün hayatının geldiği noktayı göstermesi
bakımından ilginç bir örnek olarak karşımızda durmaktadır.